İKİ ANTİ KAHRAMANIN AŞKI
Sadiş ise, çocukluk aşkını kaybettikten sonra hayatının geri kalan kısmını, hiç ummadığı bir zaman diliminde çocukken karşılıklı söyledikleri türkülerle aniden sökün eden adamın babasının konağında, temizlik ve yemek yaparak geçirmiş, çocukluk aşkını bulduktan sonra da “onu bir ihtimala daha inandırmak için” küçük bir kasabada, bahçesinde kiraz yetişen küçük bir evde ona kirazdan küpeler ve iki oğlan çocuğu vaadeden, doğduğunda bulaşan nemi gözlerinden hiç silmeden bugüne taşımış en alttakilerden bir gariban kız… Çingene çadırında büyümüş de ruhu zemheri soğuklara maruz kalmış gibi. Kaş altından bakıyor, gözleri sokulgan ve sanki her daim aynı anı yaşıyormuş gibi…
Normalde bu iki anti kahramanın aşkından bir senaryo yazsan, herhangi bir yapımcıya götürsen pek bir şansın olmaz.
Muhtemelen sana “Git, bu iki sıradan insanın aşkından vazgeç, bunları bu memlekette her gün milyonlarca insan yaşıyor, bize daha yücesini getir” derler.
Senaristin kafasındaki her zaman seyircinin gönlündekiyle buluşmaz. O yüzden bazı diziler çabuk yayından kalkar. Ama sanırım bu kez öyle olmadı; hikâyeyi kurgulayanla seyreden aynı yerde buluştu. Dizinin içinden kah Neşet Ertaş, kah Musa Eroğlu, Manuş Baba, Seyfi Yerlikaya, kah Cengiz Özkan tarafından seslendirilen muhteşem türküler eşliğinde yavaş yavaş hikâyesine vakıf olmaya başladığımız Vartolu ile Sadiş’in aşkı gittikçe berraklık kazanınca, artık dizinin geride kalan anlarında ortaya çıkan aksaklıkları, reji hatalarını, senaryo kusurlarını seyirci görmez oldu. Varsa yoksa yeni bölümde Vartolu ile Sadiş’in aşkına dair yeni ayrıntıları merak etmek….
Çünkü seyirci de biliyor ki, daha çocukken başlayan hiçbir aşk yirmi, otuz yıl sürmez. Ama bu iki “garibanın” birbirine duyduğu sevgi bugün hâlâ bu kadar yakıcıysa, bunun altında mutlaka başka bir şey vardır. İşte o şeyin ne olduğuna kimse akıl sır erdiremediği için böylesi hikâyeler ilgimizi çeker. Belki de henüz bilmediğimiz bir sırrı, hikâyeyi yazan biliyordur, kim bilir belki de bir mucize olur, biz de o mucizeye tanıklık eder, geçmişte ıskaladıklarımıza, yaşayamadıklarımıza veya yaşadıklarımıza hayıflanmak yerine, iyi ki yaşamışım veya keşke yaşasaydım deyip hayat karşısında aslında o kadar da çaresiz olmadığımıza kendimizi inandırmaya çalışırız.