Ana sayfa Dizi Haberleri Mehmed Bir Cihan Fatihi dizisinde Metin Akpınar’a büyük görev düşüyor!

Mehmed Bir Cihan Fatihi dizisinde Metin Akpınar’a büyük görev düşüyor!

tarafından ker_def

Yazarımız Ece Er’den Mehmed Bir Cihan Fatihi dizisiyle ilgili çarpıcı bir yazı:

Mehmed Bir Cihan Fatihi – Metin Akpınar ve Akşemsettin
Kanal D’nin yeni dönemde bütün dünya tarafından ilgi ve merak ile beklenen yapımı Mehmed-Bir Cihan fatihi dizi için çalışmalar tüm hızı ile devam ediyor.

O3 Medya yapımı Mehmed Bir Cihan Fatihi dizisinde yönetmen koltuğuna Cevdet Mercan oturmuştu. Sanat Yönetmeni Nilüfer Çamur artık Mehmed Bir Cihan Fatihi dizisinde görev alıyor. Nilüfer Çamur’un çalışmalarını daha çok Muhteşem Yüzyıl dizisinden hatırlarsınız. Dekor ve kostüm-aksesuarın bol olduğu dizi için Nilüfer Çamur bir hayli hızlı ve görseli zengin bir çalışma içerisine girmek zorunda kalacak ama bunun da altından başarı ile kalkacaktır.

Kadro: Kenan İmirzalıoğlu, Metin Akpınar (Akşemsettin), Çetin Tekindor (Çandarlı Halil Paşa), Gürkan Uygun (Delibaş), Funda Eryiğit, Burak Tamdoğan, Ertan Saban, Duygu Boztepe, Sevinç Meşe, Toprak Sağlam, Seda Bakan ( Çiçek Hatun), Selin Demiratar ( Hatice Sultan), Leyla Tanlar, Mert Yazıcıoğlu.

Senaryo: Alican Yaraş, Özge Efendioğlu

Ben de dizi başlamadan hem rolü oynayacak oyuncuyu hem de karakteri sizlere tanıtmak için biraz derleme yapacağım.

Metin Akpınar Kimdir?

Tiyatro ve sinema sanatçısı Metin Akpınar, 02.11.1942 de İstanbul’un Aksaray semtinde Nadide ve Mustafa çiftinin erkek çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Akpınar Pertevniyal Lisesi’nde eğitim gördü. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu.. 1962’de Türk Talebe Birliği’nde amatör olarak tiyatroya başladı. İki yıl sonra ilk kez profesyonel bir oyunda yer aldı ve bu tarihten sonra önemli tiyatro yapımlarında rol aldı. 1964 yılında Ulvi Uraz tiyatrosunda ilk profesyonel oyunu olan “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” ile sahne hayatına adım attı. 1967 yılında ülkemizin ilk kabare tiyatrosu olan Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun kurucuları arasında yer aldı. Kurulduğu andan 1992 yılında kapanana kadar tiyatronun idari müdürlüğünü üstlendi. Devekuşu Kabare döneminde Zeki Alasya ve kabare ekibi ile birlikte sergiledikleri Yasaklar, Reklamlar, Beyoğlu Beyoğlu, Deliler gibi birçok oyun hala severek izleniyor. İlk sinema filmi 1972’de Ertem Eğilmez‘in çektiği başrollerinde Tarık Akan ve Filiz Akın‘ın oynadıkları Tatlı Dillim olmuştur. Bu filmin ardından Zeki-Metin ikilisi olarak birçok filmde birlikte oynadılar. Zeki Alasya ile birlikte oynadığı toplumsal içerikli komedi filmleriyle tanınan aktör, “ Nereye Bakıyor Bu Adamlar ”, “ Davetsiz Misafir ”, “ Patron Duymasın ”, “ Köyden İndim Şehire ”, “Petrol Kralları ” gibi filmlerde rol aldı. Metin Akpınar, Kemal Sunal ile birlikte oynadığı ve yönetmenliğini Sinan Çetin’in yaptığı “ Propaganda ” filmiyle adından söz ettirdi. Zeki Alasya ile birlikte yarattıkları şaşkın kahraman ikilisini geride bıraktığını açıklayan aktör, bundan sonraki kariyerine kendi başına devam etme kararı aldı. Metin Akpınar, Müşfik Kenter, Yıldız Kenter, Eşref Kolçak ve Zeki Alasya gibi emektar oyuncuların yer aldığı “ Güle Güle ” filminde ve yönetmenliğini Tunç Başaran‘ın üstlendiği “ Abuzer Kadayıf ” adlı bir filmde de rol aldı. “Papatyam” adlı dizisinde oynamıştır. Göksel Özdoğdu hanımefendi ile 17 Şubat 1961’de evlenen Metin Akpınar daha sonra bu evliliğini noktalamıştır.

Akşemseddin kimdir? ( 1390 (H.792)- 1460 (H.864)

Avârifü’l-maârif sahibi Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) torunlarından Şeyh Hamza’nın oğludur. Akşemseddin Hazretleri, İstanbul’un mânevî fâtihi, büyük bir âlim, hâzık bir hekim, büyük bir veli ve çok yönlü bir Türk Bilim adamıdır. Asıl ismi Muhammed Şemsettin bin Hamzâ, lakabı Akşeyh’tir.

Fatih Sultan Mehmet´in hocalarından ünü, kendi büyüklüğüne dayandığı kadar Fatih´in hocası olmasına da dayanıyor. Akşemseddin Ankaralı Hacı Bayram Veli´nin en gözde talebelerindendir. Fâtih’in hocası, mutasavvıf, âlim-tabip ve şair. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. Ancak Akşemseddin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 792 (1390) yılında Şam’da doğdu.

Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihi.

Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakablarıyla meşhur olmuştur. Ayrıca köse olduğu söylenmektedir. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi’nin neslinden olup, soyu Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’a kadar ulaşır.

1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu. 1460 (H.864)da Bolu’nun Göynük ilçesinde vefat etti.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin, Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, o tarihte Amasya’ya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’a müderris oldu.

Babası ile ilgili bir mucize içeren öykü vardır:

Bir süre sonra kendisi de büyük bir âlim ve veli bir zât olan babası vefât etti. Babası vefât edip, defnolunduğu günün gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur ve ölüyü mezardan çıkararak parçalardı. Şeyh Hamza’yı da parçalamak ve yemek istemişti. Fakat Şeyh Hamza, mübârek elini uzatarak, o kurdu boğazından sıkıp öldürdü. Ertesi sabah ziyârete gelen halk, kurdu ölü, Şeyh Hamza’nın elini de mezardan çıkmış buldular. Hâl sâhibi biri; “Kurda değdiği için, Şeyh Hamza’nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır.” dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn’in babası, Kurtboğan lakabı ile meşhûr oldu.

İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olmadı.

Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak istememesi ile ilgili rivayet:

Rastladığı bir kimseye Hacı Bayram-ı Velî’yi nerede bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta yanında iki talebesiyle gezen bir zâtı göstererek; “İşte şu gördüğün, dükkan dükkan gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram’dır.” dedi. Akşemseddîn Hazretleri’nin yüzü buruştu, kalbi sıkıntıyla doldu. Demek meşhur velî Hacı Bayram dükkan dükkan para topluyor, buralara kadar kendimi boşuna yormuşum diyerek oradan uzaklaştı ve meşhur velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî Hazretleri’ne talebe olmak gâyesiyle Haleb’e doğru yola çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn, Haleb’e bir konak mesâfeye geldiğinde bir hana indi. Sabah, dehşet içinde uyandı. Hâlâ gördüğü rüyânın etkisindeydi. Sabah namazını edâ edip tekrar Ankara istikâmetine döndü. Oysa Haleb’e bir saat kalmıştı. Onu geri döndüren rüyâsı idi.

Halep’te bulunan Şeyh Zeynüddin’e talebe olmak için Haleb’e giderken, gördüğü bir rüya (rüyasında, boynuna takılı bir zincirin Hacı Bayram’ın elinde olduğunu görür. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı.) üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere Ankara’ya geri döndü.

Hacı Bayram-ı Veli İle Çalışmaya Başlama Öyküsü:

Ankara’ya gelip, Hacı Bayram-ı Velî’nin dergâhına ulaşınca, onun talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu, fakat Hâcı Bayram hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarlada çalıştı. Yemek vakti gelince Akşemseddîn’e itibar edilmedi. Hacı Bayram, hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti, artığını da köpeklerin çanağına döktürdü. Akşemseddîn, bir onlara bir de kendine bakarak, nefsine, “Sen buna lâyıksın!” diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzusuna dayanamayarak; “Köse, kalbimize girdin, gel yanıma!” diyerek gönlünü alıp sofrasına oturttu. Sonra, “Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar!” dedi. Akşemseddîn buna çok sevindi ve kendini onun irfan meclisine verdi. Akşemseddîn hazretleri kısa zamanda tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram hazretlerinden icâzetini, diplomasını aldı.

Daha sonra şeyhinin yanından ayrılarak Beypazarı’na gitti, burada bir mescid ve değirmen inşa ettirdi. Fakat halkın büyük rağbet gösterip etrafına toplanması üzerine günümüzde Çorum’a bağlı olan İskilip kazasında Kösedağı civarındaki Evlek köyüne çekildi. Bir süre sonra buradan da ayrılarak Göynük’e yerleşti ve orada da yine bir mescid ile değirmen yaptırdı. Bir yandan çocuklarının, diğer yandan da dervişlerinin tâlim ve terbiyeleriyle meşgul oldu; bu arada hacca gitti. Şeyhi Hacı Bayrâm-ı Velî’nin vefatından sonra onun yerine irşad makamına geçti (833/1429-30).

Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:

“Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.

İkinci Lokman Hekim Denme Sebebi

Bulduğu devalar ve yaptığı ameliyatlar ile pek çok hastanın ve hastalıkların tedavisinde başarı gösterir. Bu sebeple de kendisine “Lokman-ı Sâni / İkinci Lokman” denilmiştir.

Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok uğraştı.

Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu.

Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi. Akşemseddin’in yedi oğlu olmuştur. Bunlar sırasıyla Sâdullah, Fazlullah, Nûrullah, Emrullah, Nasrullah, Nûrülhüdâ ve Hamdullah Hamdi adlarını taşımaktadır. Bunlardan küçük oğlu Hamdullah Hamdi (ö. 909/1503) hey’et, nücûm ve mûsikide iyi derecede bilgi sahibi olup aynı zamanda devrinin önde gelen şairleri arasında da yer almıştır.

Akşemseddin’in kurduğu Bayramiyye’nin Şemsiyye kolu kendisinden sonra Göynük’te oğlu Fazlullah, Kayseri’de İbrâhim Tennûrî, İskilip’te Attaroğlu Muslihuddin, Ankara ve civarında ise Hamza eş-Şâmî tarafından devam ettirilmiştir.

Akşemseddin Denme Sebebi

Hâlbuki Akşemseddin kösedir. Yani sakalı ve bıyığı yoktur. Asıl adı Şeyh Muhammed Şemsettin Bin Hamza olduğu halde halk arasında Ak Şeyh ya da Akşemseddin olarak bilinmesinin sebebi; sakalı ve bıyığı olmadığından yüzünün ak-pak ve nuranî bir görünüme sahip olması ayrıca genellikle beyaz elbise giymesindendir. Diğer bir rivayet ise Ak denilmesinin sebebi “albino dediğimiz” hastalıktan dolayı bembeyaz kaş ve kirpiklerinden dolayı ve tabii ki bir rivayete göre de devamlı beyaz giyinmesinden dolayı halk arasında Akşemsettin

Fatih ile Tanışması

Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram’ın II. Murad’la münasebetlerinde hemen daima yanında olduğundan oğlu II. Mehmed ile de tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam etmişti. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce iki defa Fâtih’in yanına Edirne’ye giden Akşemseddin, ilkinde II. Murad’ın kazaskeri Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi’yi, öbür defasında da Fâtih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fâtih’in kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezraalarını vermişti. Fâtih 1453 yılı baharında İstanbul’u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne’den yola çıkınca Akşemseddin, Akbıyık Sultan ve devrin diğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar.

Fethin Fatih’e ve Akşemseddin’e nasip olacağı müjdesi

Akşemseddin bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmaz. Sultan II. Murad’a Hacı Bayram-ı Velî’yi şikâyet ederler. Hacı Bayram-ı Velî de Akşemseddin’le birlikte Edirne’ye gider. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayram-ı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye nasip olacaktır” der.

Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında,Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Allahü Tealanın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişah’a hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultan’ın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:

“Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır.” cevabını verdi.

Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe, yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddin’den İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişah’ın bu teklifini kabul etmedi.

Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra, Göynük’e yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa bu zahmeti çok dünyadan göçerdim.” derdi. Bir gün hanımının; “Göçerdim dersin yine göçmezsin!” demesi üzerine; “Göçeyim!” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı. Helallaşıp veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp, temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki tarihi Süleyman Paşa Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.

İSTANBUL’UN FETHİNDEN SONRA AYASOFYA’DA İLK CUMA NAMAZI

Araştırmacılar, Akşemseddin’in bu sıkıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fâtih’e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde büyük bir tesiri olduğunu belirtmektedirler (bk. İnalcık, s. 131). Fetihten sonra Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi Akşemseddin okuduğu gibi, İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid düşmüş olan sahâbeden Ebû Eyyûb el Ensârî’nin kabrini de Fâtih’in isteği üzerine yine o keşfetti. Fâtih tarafından kiliseden çevrildikten sonra Fâtih medreseleri yapılıncaya kadar önce medrese olarak kullanılan Zeyrek Camii’nin güney ihata duvarında pencere üstündeki bir kitâbeden, Akşemseddin’in İstanbul’da bulunduğu yıllarda burada oturduğu ve ders verdiği anlaşılmaktadır (bk. Ayverdi, III, s. 537).

Fetihten sonra padişahın taç ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkâmını öğrenmek istemesi üzerine Akşemseddin büyük bir dirayet göstererek Fâtih’in bu arzusuna engel olmaya çalıştı. Bunu başaramayacağını anlayınca Gelibolu üzerinden Anadolu yakasına geçerek Göynük’e döndü. Sultanın, gönlünü almak üzere arkasından gönderdiği hediyeleri geri çevirdiği gibi Göynük’te yaptırmak istediği cami ve tekkeyi de kabul etmeyerek sadece bir çeşme yapılmasına razı oldu.

Hayatının son yıllarını Göynük’te geçirdiği tahmin edilen Akşemseddin, Menâkıbnâme’ye göre 863 Rebîülâhirinin sonunda (Şubat 1459) burada vefat etti. Türbesi halen ziyaretgâhtır. Halifelerinden Abdürrahim Karahisârî’nin 865’te (1460-61) Mahmud Paşa adına kaleme aldığı Vahdetnâme’nin başında yer alan bir beytine göre, Akşemseddin’in bu tarihten önce vefat etmiş olduğu açıkça anlaşıldığından, Menâkıbnâme’deki vefat tarihinin doğruluğuna hükmedilebilir.

Nitekim bugün türbe kapısı üzerinde bulunan inşa kitâbesi de 863 Rebîülâhirini göstermekte ve menâkıbın verdiği bilgiyi doğrulamaktadır. E. Hakkı Ayverdi’nin kitâbedeki “rebîayn” kelimesini “rebîülevvel” olarak kabul etmesinin izahı zordur. Türbesi vefatından beş yıl kadar sonra yapılmış olup sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sâdullah’a aittir. Evlâtlarından Mehmed Sâdullah ve Nûrullah da bu türbede yatmaktadır. Kefeli taşından yapılmış kasnaksız bir kubbe ile örtülü altıgen planlı bir yapıdır. Akşemseddin Hz. Nin sandukası 2.50×0.50m. boyutunda caviz üzerine kabartma yazı ile süslü olan sanduka Osmanlı ağaç işçiliğinin güzel bir örneğidir.

Buyururdu ki: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin, tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükür, belaya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine haset etme. Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı kerim oku. Zikrin daima hamd-i Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına medh etme. Namahreme (harama) bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen şeyi alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazi ve cömert ol. Cünüb kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.”

Akşemseddin’in içinde çileye girdiği hücre bugün de Ankara Hacıbayram Camii bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmaktadır (bk. Ayverdi, IV, s. 893-894).

MANEVİ FATİH ODUR

Fâtih, Topkapı’dan beyaz bir at üzerinde şehre girdiğinde İstanbullular onları muhteşem bir merasim ve alkışlarla karşılıyordu. Yanında, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Herkes Akşemseddîn’i pâdişâh sanıyor demet demet çiçekleri ona veriyorlardı. Akşemseddîn de genç pâdişâhı göstererek “Sultan Mehmed odur.” diyordu. Buna karşılık, Sultan Mehmed de “Yine ona gidiniz. O benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir.” diyordu.

FETHİ NASIL BİLDİ?

Sultan II. Murat, küçük şehzadenin eğitimini Molla Gürani ile Akşemseddin’e verir. Fatih Sultan Mehmet tahta geçtiğinde Akşemsedin’i de yanına alır. İstanbul’un fethine maddi ve manevi tam bir hazırlık yapar. Kur’ân-ı Kerim’in Sebe Suresi’nin 15. ayetini yorumlayan Akşemseddin, bu ayette geçen “Beldetün Tayyibetün” yani “Güzel Belde”nin İstanbul olduğunu bildirerek ebced hesabı ile 1453 tarihinde fethin gerçekleşeceğini müjdeler.

Akşemseddîn hazretlerine, “İstanbul’un fethedileceği zamânı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi: “Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm.”

EYÜB SULTAN’NIN KABRİNİ BULUŞU

Bir gece Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn’e, “Hocam! Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa ricâ ederim.” dedi. O zaman Akşemseddîn hemen; “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır.” cevâbını verdi. Derhâl oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve “Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah’ın kabridir.” buyurdu. Sonra, kaldıkları yere döndüler. Fâtih, o gece silâhdârına; “Gidin, dikilen çınar dallarının ortasına şu mührümü gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin.” dedi. Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn’den, Hazret-i Hâlid’in kabrinin yerini tekrar tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler. Akşemseddîn dallara hiç bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve “Dalların yeri değiştirilmiş, Hazret-i Hâlid buradadır.” dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben “Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin!” dedi. Daha sonra kabir kazılıp, “Bu Hâlid bin Zeyd’in kabridir” yazılı taşı da bulup çıkardılar. Fâtih; “Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir.” diye şükretti.

MÜSAADE İSTİYOR Akşemseddin, bilim’de ve tasavvufta olduğu gibi, tıp ve eczacılık alanında da büyük bir üne sahipti. Bununla alâkalı İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb, History of Ottoman Poetry adlı eserinde, Akşemseddin’in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Veli ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir. Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedâvi ederdi. İşte Fetih’den sonra tekrar kendini ilme vermek ve gözlerden uzak olmak istiyordu. Bunun için Padişah’ın tüm ısrarlarına rağmen O, İstanbul’da kalıp göz önünde olmayı değil, gözlerden uzak da “tıpla” uğraşmayı seçti.

GÖÇEYİM O ZAMAN

Akşemseddîn Göynük’te 1459 (H. 863) yılına kadar yaşadı. Bir gün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken, “Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim.” deyince, hanımı, “A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin.” diye latife yaptı. Bunun üzerine şeyh hemen, “Göçeyim.” deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ etti. Yâsîn Sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük’teki târihî Süleymân Paşa Câmii’nin bahçesine defnedildi.

AKŞEMSEDDÎN MAHALLESİ

Fetihten sonra, Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten “Akşemseddîn” mahallesi denildi.

ESERLERİ:

1) Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab mahiyetindedir. Arabça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

2) Def’ü Metain,

3) Risale-i Zikrullah,

4) Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli,

5) Malumat-ı Evliya,

6) Maddet-ül-Hayat,

7)Nasihatname-i Akşemseddin.

Kayanakça: İslam ansiklopedisi

[email protected]

twitter.com/eceer6

https://www.facebook.com/eceeryazilari

https://www.facebook.com/dizisin

https://www.facebook.com/EceERFanClub