Şimdi Ömer’in herkesten sakladığı bir sırrı var. Kimseye söyleyemiyor, uyuyamıyor, yemiyor, içmiyor. Eridi çocuğum… Bize geçen hikâye o kadar sert ki Ömer en yakınlarına bile söyleyemeyecek ne yapmış ya da ne yaşamış olabilir ki diye düşünmeden edemiyor insan. Önümüzdeki bölümlerde bunun cevabını almış olacağız, ama sevgili senaristimiz bunu da ulvi bir nedene bağlayacaktır bence. Ne de olsa o mükemmel Ömer İplikçi!
Hikâyenin Defne tarafına baktığımızda ise tam tersi bir durum söz konusu… Eski Türk filmlerinde olsa ince hastalıktan kan kusardı kızcağız. Bu kadar acının ve ezikliğin bir insanın üzerine, üstelik de hikâyenin baş kadın karakterine yüklenmesi haksızlık gibi geliyor artık. Defne ne kadar yükselirse yükselsin, ne kadar başarılı olursa olsun hep bir açıdan ezik kalıyor. Dürüstlük ve saflık onun karakterinin hamurunda var, ama bu bile bazen çıldırtıcı boyutlara ulaşabiliyor ve biz ekran karşısında “yok artık” diye saçımızı başımızı yolar hale geliyoruz. Defne bir bakıyorsunuz utangaç, masum bir kadın; bir bakıyorsunuz ateşli, kızgın, deli bir amazon kadını. Karakterlerin farklı yönleri olur, ama o yönler arasında bu kadar büyük uçurumlar olmaz. Olmamalı! O zaman inandırıcılığını kaybediyor çünkü.