Sinan’a geri dönersek – ki mecburi istikamette maalesef Sinan’ın, önünde asla hayırlara vesile bir konunun konuşulduğunu görmediğim evinin kapısı var – bulutların nereye saklandığını da buluyoruz. Sinan; “Ömer’in geçen bölüm yaşadığı hüznün aynısını yaşamak” olan diyetini ödemek üzere, Ömer’in boşalttığı odasına geliyor. Ömer’in dokunduğu kalemlere dokunuyor. Anıları canlanıyor. Bu dizi bu gibi izdüşümleri çok seviyor! Ayrıntılara takılmadan edemeyen beynim yanıyor!
Büyük doktor ve acı çekme ustası Dr. House, dostu Watson’a günlerden bir gün şöyle der: Acıyı hafifletecek tek şey, daha büyük bir acıdır. Kiralık Aşk’ta da sinir katsayımızı Sinan’dan daha çok fırlatacak tek şey de Sude’ymiş meğer! Belki Sinan’ın aklını başına getirmek için de en etkili yol da, Ömer’le düştükleri rekabeti kolayca ve uluorta “savaş” diye niteleyebilecek kadar gözünü karartmış Sude’ydi. Sude’nin bu körü körüne inançlı, fütursuz ve gemileri yakmış tavrı; Sinan’ı “yapmayın etmeyin” diye – haklı da olsalar – boğan onlarca insandan daha etkili oldu. Sude Sinan’ı kendi çapında “yüreklendirdikçe”, Sinan yaptığının vahametini daha net anladı gibime geldi. Çünkü kaybetmek tortusu ile birlikte “çöker” insanın üzerine işte öyle… İlk anda gelen o ferahlama, birikmiş öfkenin hatta kininin dışa vurumu; huzurun kapılarını sonuna dek önüne açacak gibi hissedersin. Fakat göz açıp kapayıncaya kadar kendini o kapının önünde, zehirli sarmaşıklara dolanmış halde yapayalnız bulursun. Belki görünürdeki amacına ulaşmış, hatta terazinin daha ağır çeken tarafında kalabilmişsindir; ama o “ağırlık” her şeyden çok huzursuz ve eksik olmanın ağırlığıdır işte…